4 Nisan 2015 Cumartesi

TAĞUTLARIN KAPI KULLUĞUNU YAPMAKTA OLAN ÜLEMA KİSVESİNE BÜRÜNMÜŞ DALKAVUKLAR ZÜMRESİNİN VAR OLUŞU....---İSLAM DEVLETİ HİLAFETE GİDERKEN MESELELERİMİZ;



Bu bilgileri Allah'ın Kelam'inin yerlerini tahrif etmek konusunda bir vasıta olarak kullanırlar. Onunla hevai nefislerine uyarlar. Hem kendi nefislerine hem de kanaatlarına göre dünya hayatının nimetlerini ellerinde bulunduran zalimlerin heva ve heveslerine vasıta kılarlar. ..

Nice din bilginleri (! ) tanıyoruz ki , Allahın Dininin gerçeklerini öğrenir de sonra ondan sapıtır. Ve Allah'ın dininden olmayan şeyleri söyler. Bu bilgileri maksatlı tahriflere vasıta olarak kullanır... Yeryüzünün fani hükümdarlarının keyfine göre fetvalar verir. Böylece Allah'ın hakimiyetine tecavüz edip O'nun yeryüzündeki şeriatını çiğneyenlere sadık bir kul gibi yardımcı olur. Bunlardan öylelerini gördük ki, "din alimidirler", şu gerçekleri itiraf ederler : Teşrî hakkı Allah'ın haklarından birisidir. Onu kim kendisi için iddia ederse, Allah'ın uluhiyetini de iddia etmiş olur. Uluhiyetini iddia eden ise küfretmiş olur. Ayrıca o kişide bu hakkı gören veya kabul ederek peşinde gidenler de tıpkı onun gibi küfretmiş sayılırlar... 

İşte bu bilginler Dinin zaruri
olarak öğrettiği bu gerçekleri bilmelerine rağmen.. ."Kendi şahısları için hüküm koyma yetkisini tanıyan ve böylece İlahlaşma iddiasında bulunan tağutlara, zalim diktatörlere yardımcı olurlar, desteklerler... Ve onlara "müslüman" adını verirler. Onların yapmak istedikleri şeyin İslâm olduğunu ve başka türlü bir İslâmiyetin bulunmayacağını söylerler... Bunlardan öylelerini gördük ki, her türlü Allah'a isyanı, tağutların zalimlerin küfür ve zulme dayalı icraatları üzerine din örtüsünü seren,dini, ünvanları ve âlametleri çeken kimseler bulunmuştur .

Bunlar ; "Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin hadisesini anlat" ayeti kerimesinde beyan edildiği gibi, ayetlerden sıyrılıp şeytanın peşine takılan zalimlerdir.

Bunlar ; Allahu Teâ-lâ'nın haber verdiği : "Dileseydik onu ayetlerimizle üstün kılardık. Fakat o dünyaya meyil etti ve hevesine uydu. Durumu üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir." fermanının doğruluğunu ispat etmekten başka bir şey değildir.

Bu örnek Allah'ın verdiği bilgi ve ayetlerle istifade etmesini bilmeyen ve iman yolundan yürüyüp ilerlemeyen herkese uygun bir misaldir. Allah'ın nimetlerinden sıyrılıp şeytanın peşine düşerek onun kölesi halinde olan ve neticede şekil değiştirerek hayvanlar mertebesine düşen her insanın durumunu belirtmektedir.

Sonra, ardı arası kesilmeyen bu soluma da neyin nesi!.. Bu. soluyuş; kendilerine Allah'ın ayetleri geldiği halde bu dünya hayatındaki geçici metaların peşinde soluyarak koşup bu Ayetlerden sıyrılma ve uzaklaşmadır. Bu kararsız soluyuş hiç bir zaman dinmek nedir bilmez.
ister kendisine öğüt verilsin, ister verilmesin, dünya malının peşinde koşan kimse devamlı olarak dinmek bilmeyen bir soluyuş içerisindedir. Ve hep o hali üzere devam edip gider.

Beşer hayatı her zaman, her yerde ve her toplulukta bir çok kerre bu örneği gözümüzün önüne dikmektedir, öyle ki bir çok zaman geçmesine rağmen, göz, bu nevi bilginlere rastlamaktan bir türlü kendisini geri alamaz. Allah’ın koruduğu nadir ve ender kişiler müstesna... Allah'ın ayetlerinden sıyrılmayan, yeryüzüne meyil etmeyen, arzu ve hevese uymayan, şeytana kul köle olmayan ve idarecilerin elinde bulundurduğu yemlerin peşinde soluyarak koşmayan mü'ninlerin dışında, bu örneğe pek çok kerre rastlıyoruz. Bu sonu gelmeyen bir misaldir.. Her zaman bulunur. Yalnız bir vakıaya mahsus değildir.

Ayrıca Allahu Teâlâ Yüce Resulüne, bu misali Allah'ın ayetlerine muhatap olan kavmine anlatarak onların da ellerine geçmiş olan fırsatı kaçırmamalarını sağlamasını emrediyor. Sonra bu ayetler nesiller nesiller boyu devam edip kalacak ve ard arda gelenler tarafından okunacaktır. Allah'ın ilminden bir şey öğrenenlerin bu çirkin ve iğrenç sonuca varmamaları ve ardı arası kesilmeyen bir soluyuş içerisinde kalmamaları, hiç bir düşmanın yapması mümkün olmayan zulmü kendi nefislerine reva göstermeleri için sakınmalarını sağlamak üzere okunacaktır... Kendilerine böyle bir hareketi reva görenler netice itibarı ile nefislerine zulm etmektedirler.
Allah korusun, zamanımızda bu tip alimlerden öylelerini gördük ki, sanki kendi nefislerine zulmetmek için hırsla koşuyorlar. Tıpkı cehennemin çukurlarında kendisine ayrılan yere başka birisinin de girmek üzere kendisiyle yarışarak geçmesinden korkup dişini sıkması gibi bu yolda koşuyor ve dişlerini sıkıyorlar. Her sabah cehennemde kendisi için ayrılan yeri tesbit etmek üzere hızla ilerliyor ve bu dünya hayatından sıyrılıp kopuncaya kadar bitmek tükenmek nedir bilmeyen bir soluyuşla bu arzuların peşinde koşup duruyorlar. Allah'ım sen koru bizleri..Sebat ver ayaklarımıza. Sabır boşalt üzerimize... ve bizi müslümanlar olarak öldür..." (Prof. Seyid Kutub, Fizilâl-il Kurban, cilt: 6, sf.318-320)

TAGUTLARA BOYUN EĞMEYENLERİN KARŞISINDA, TAĞUTLARLA İŞBİRLİĞİ ‘YAPAN DALKAVUK ULEMA TİPLERİ.

"Benden sonra yalan söyleyen ve zulmeden idareciler zuhur edecektir. Kim onların yalanı nı doğrularsa ve zulüm yapmalarından onlara yardımcı olursa o benden ben de ondan değilim. O kimse benim havzımın etrafına yaklaşamıyacaktır.. " (Tiraıizi, Neseî)

Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (S.A.V) mü'minleri emir sahiplerinin yalanlarına ve zulümlerine karşı uyarmıştır. Esasen mü'minler meşru olmayan her türlü güce karşı mücadele vermek,
her türlü münkeri ortadan kaldırmak, Allah'ın Dini İslâmm hakim olmasını sağlamak ve Allah'ın indirdikleri hükümlere boyun eğmek hususunda birbirleriyle yarışmak zorundadırlar. Geçmişte bu böyle olmuştur. Bu sıratı müstakim üzerindeki yarış kıyamete kadar sürecektir inşaallah. Halkı müslüman ülkelerde, tağutlara, müşrik devletlere karşı yükselen mücadele bu gerçeklerin ışığı altında değerlendirilebilir. Son yetmiş yıllık halifesiz dönemden sonra ümmeti muhammed yeniden inancını hayata hakim kılma yani İslâmî hayatı tekrar yaşama mücadelesini idrak etmeye başlamıştır. Tüm müslümanlar Akabe bey'atını yeniden hatırlayıp idrak etme noktasındadırlar..

Übâde b. Samid(r.a): "Biz Ensar heyeti Resulullah'a Akabe Mevkiinde emirlerini dinlemek ve itaat etmek üzere biat ettik. Ve her nerede bulunursak bulunalım,muhakkak orada hakkı yerine getireceğimize ve hak söyleyeceğimize ve Allah yolunda hiç bir kimsenin levm ve zemminden (kınamasından) korkmayacağımıza söz verdik." buyuruyorlar. (Buhari)

Görüldüğü gibi mü'minler şirke, zulme ve yalana karşı savaş açmışlardır. Bu onların akidelerinin tabii bir sonucudur. Kur'anı Kerim' de (bütün mü'minlere örnek olarak gösterilen Hz.Peygamber'in hayatı, sahabelerin, müçtehid imamların ve onların yolundaki tüm samimi salih mü'minlerin hayatı şirke zulme karşı mücadelenin en güzel örneklerini ortaya koymuştur-Onlar zindanlarda çeşitli işkence altında zulümlere maruz kalıp ve şehid olurken emir sahiplerinin zulümlerini ve yalanlarını tasdik etmemişler, küfre, şirke hiç rıza göstermemişlerdir. Bunların örnekleri bir çoktur..

Öte yandan bu hakiki mü'minlerin, kahraman insanların hakiki Allah dostlarının karşısına, aslında şeytanın dostu olan fakat müslümanlara kendilerini "veli" (Allah dostu) olarak tanıtan, tağutlarla işbirliği yapan "ülema" kisvesine de bürünerek geniş bir kitleyi etki alanlarına alan dalkavuk tipli kişiler de bulunmuştur.

Dalkavukçuluk ve ikiyüzlülük İslamda lanetlenmiştir. İnsanları yeryüzüne karşı öven meddahların yüzlerine toprak saçılması Resulullah'ın emridir.(Tir-mizi)

Meşru olmayan güçlerle yani tağutî güçlerle işbirliği yapan ve onların kötülüklerine fetva veren binlerce dalkavuk, ülema .' gelmiş geçmiştir ve halâ vardır. Bunların insanlığa ve özellikle İslâm'a yaptıkları ihanetleri anlatabilmek adeta imkansızdır.. Sırf kâfirlere, zalimlere şirin görünmek için takla atan, onların her türlü emirlerini "Hile-i şer'iyye" adı altında onaylayan bu insanları tanımak çok kolaydır.

"Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy" gibi sloganlarla yola çıkan, içinde yaşadıkları toplumun cahiliyye değerlerini, bazı te'villerle bütün insanlara kabul ettirmeye çalışan ve bunları meşru gösteren dalkavuklar, tarih boyunca zalim, tağutî idarecilerin attıkları kemikleri yalamakla meşgul olmuşlardır...

"Ey iman edenler Allah'a, Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin."(Nisa:59)

Emru İlâhisini tevil ederek "kâfir de olsa, zalim de olsa başınızdakilere itaat edin" şeklinde yorumlamaya kalkan veya ırkçılık gayreti güderek kendi ırkından olan herkese itaat edilebileceğini söyleyen bu dalkavuk ülema tipleri zalim idareciler katında saygınlıklarını korumuş ve çil çil altınların içinde yüzmüşlerdir.

"En faziletli cihad zalim sultan katında hakkı söylemektir.." ha dişi şerifi mucibince hareket eden, şeriattan ayrılan zalim sultanlara baş kaldırarak onlarla sonuna kadar mücadele eden ülema ise (ki hepsinden Allah razı olsun) Allah'ın rızasını kazanarak Allah'ın vaad ettiği cennete ve daha nice makamlara ulaşmışlardır .

Daha bu yüzyılın başında İslâm topraklarını işgal eden batıl müşriklerle uzlaşmaya, onlardan bir kısmını diğerlerinden vehmen görmeye çalışan dalkavuklara rastlanmıştır. İşin ilginç yönü bunlardan bir kısmı bazı ayetlerin tefsirini yaparken İslâmî istilahları bilmemezlikten gelerek, bazı kavimlerin üstünlüğünü ortaya atacak kadar küçülmüştür. Hilâfetin sadece bir ırkın hakkı olduğunu, "Osmanlıların bir gasıp hükmünde olduğunu, onlarla'savaşın caiz olduğunu 'iddia eden, emperyalist kâfirlerin maşası olan bu dalkavuk ülema tipleri, Hilâfet Devleti'nin tamamen yıkılması ve İslâm topraklarının parçalanmasında büyük rol oy namışlardır.

"Görmez misin, sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını sananlar, tağut nezninde yargılanmalarını dilerler. (Tağuttan adalet isterler) Oysa kesinlekle tağutu inkâr etmeleri emr edilmiştir onlara."
(Nisa : 60)

Bu İlâhi emre boyun eğmeyen ve Allah'ın yeryüzündeki tasarruf hakkını yok sayan dalkavuk ülema tipleri tağutların gölgesine sığınmışlardır. Tağutların dalkavukluğu yanısıra, demokratik ülkelerde demokratik politikaların halktan oy elde etmek için kullandıkları maşa durumundadırlar. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözündeki çağdaş küfrü, şirki halkı müslüman ülkelerde halka benimsetmeye, şirin göstermeye çalışan bu ülema tipleri ümmetin en büyük belâsı haline gelmiştir.

Suriye'de idam edilen 15 yiğit müslümanın tavrını, sarığı ile sokağa fırlayarak "Esad çok yaşa" diye bağırarak yok etmeye çalışan, Esad'ın. maaşlı memurları dalkavuk ülemanm tipik örneğidir. Mısır-İsrail antlaşmasını "Hudeybiye Anlaşması ile" kıyaslayarak mü'minlere kabul ettirmeye kalkan Ezher ulemasının yapısını iyi/ düşünmek gerek.. Bunlar tağutî sistemlerin manevi cihazları haline dönüşmüşlerdir. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. İslâm topraklarında, halkı müslüman
ülkelerde her tağuti iktidar sahiplerin yanında sarıklı, cübbeli dalkavuk ülema tiplerini görmek mümkündür...

Afganistan'da, Allahsızlık esasına dayalı kominizm rejimini yerleştirmek için Babrak Karmal'ın kurduğu Ulemalar yüksek konseyine bu asrın başlarında İngilizlerin ortadoğu siyasetine ortadoğudaki müslümanlara meşru göstermek, Hilâfetin yıkılması için ırkçı faaliyetlere cevaz vermek için kurulan ülemalar yüksek konseyine, oradan Türkiye'de Hilâfetin tamamen yıkılıp da yerine getirilen kâfir lâik Türkiye Cumhuriyeti Devletini meşru göstermek ve çağdaş firavunların en azılısı olan M. Kemal'i kahraman ilân ettirmek için yine M. Kemal tarafından kurulan Diyanet îşleri Başkanlığına, benzer bir çok tağutî devletlerle din adına uzlaşan ve müslümanları da Allah'ın adını kullanarak aldatan (Kur'an'ın ifadesiyle) "köpek sıfatlı" kimselere ve onların kurumlarına rastlamak mümkündür. Bu köpek sıfatlı kimseler Allah(c.c)ın indirdiği hükümlerin bir kısmını kabul bir kısmını "zamanın değişmesi" gerekçeğiyle sükutla geçiştirirler.

Halkı müslüman ülkelerin hemen hepsinde olduğu gibi özellikle Türkiye'de resmî ideolojiyi kabul eden ve İslâmî o ideolojiye hizmetçi kılmaya çalışan resmî müesseselerin yanı sıra bir de tarikatlar diye bilinen ve halka daha çok etkili olan gayrî resmî kuruluşlar vardır.

Tarikatlar ta kuruldukları günden beri hem akideleri hem de amelleri ile İslâmdan sapmış bid'at kuruluşları yani gayri İslâmî kuruluşlardır. Başka bir ifade ile tasavvuf dininin ekolleri, mezhepleridir. Tasavvuf ise"Lâ Mevcudu İlla Allah" tabiri ile ifade edilen "vahdet-i vucud" yani "varlığın tek oluşu" akidesine'yani Halik, mahluk ayrımı yapmayan eşyayı (haşa) Allah'ın parçaları olarak kabul eden bir akideye dayanan mistik bir dindir. Fakat buna rağmen bu gayri İslâmî din "İslâmın hassı" olarak, İslâma yamanmıştır. (Bu konuya ileride teferruatı ve delilleriyle deyineceğiz inşaallah.)

İşte aslı bu olan tarikatlar ta öteden beri ümmet içinde tefrikanın unsurlarından bir unsur hem de zalim ve tağutî idarelerin emniyet sibobu durumuna gelmişlerdir. Tarikatların bu fonksiyonu bilhassa son günlerde daha da belirgin olmuştur... Bu müesseselerin başındaki şeyhler ve dalkavuk ülema ile aynı rolü oynamaktadırlar.

Dün Allah'ın şeriatının hayattan kovulup yerine küfür nizamı olan demokrasinin ve cumhuriyetin "hakiki demokrasi ve hakiki cumhuriyet ■ İslâmdadır" lafları ile gelmesine rıza gösterip onları halka sevdirmeyi kendilerine en aziz görev bilen bu dalkavuk ülema tipleri ve şeyhler bugünde İslâmî hayatı başlatacak olan İslâm Devleti Hilâfet'in ,kurulması için çalışan) yiğit asil müslümanlârın karşısına sarık ye cübbeleri ile çıkarak; Hilâfet de nedir;* o tarihe karışmıştır. Bir daha gelmesi imkan dışıdır. İslâm'da Hilâfet değil cumhuriyet var, gibi laflarla tağutî güçlerin safında yer alarak İslâmî hayata tekrar dönüşü gerçekleştirecek olan Hilâfet Devletinin kurulması için yapılan çalışmalara köstek olmaya çalışmaktadırlar.

Bu tip ülema ve şeyhler daha da ileri giderek; meselâ Türkiye'deki tağutî ideolojiyi kendilerine din ittihaz ediyor ve bundan da memnun olduklarını çeşitli şekillerde beyan ediyorlar. Meselâ : "Elhamdülillah, Atatürkçüyüz, lâ-ikiz." "Atatürk bizdendir." diyerek kıraldan kıralcı bir tavırla azılı bir atatürkçü kesiliyorlar. Dahası da var.. Hilâfet Devletinin kurulmasını isteyenleri İslâm adına karalıyorlar. Meselâ bir şeyh diyor ki: "Türkiye zaten bir İslâm ülkesidir. Bu itibarla İslâm Devleti kuracağız safsatalarının bir anlam ve önemi yoktur. Şeriat 1400 küsür sene evvel geldi . İsteyen herkes Türkiye'de de dünyanın herhangi bir yerinde de şeriata uygun bir şekilde yaşıyabilir. Buna kimsenin bir şey dediği yok ki.'.' Aynı şeyh şunu da diyor, "Kâfir bir devlette cuma namazı kılınmaz demek nasıl abes se, Allah'ın bir lütfü olan Atatürke düşmanlık etmek de o kadar abestir."

Evet, İslâm Devleti Hilâfete giderken bizleri en çok meşgul eden, kâfirlerden, tağutî devletlerden önce karşımıza sarık ve cübbesiyle dikilen ve bizim silahımızla' (ayetler, hadislerle) bize saldıran bu dalkavuk ülema tipleri "çok dindar" görünmekle birlikte tağuta itikat ve iman etme noktasında titizdirler. "Ulul emr" kavramını İslâmın düşmanlarına yani tağutlara izafe ederek müslümanları yanıltırlar.

Biz burada tüm müslümanları böylesi ülema tiplerine, şeyhlere karşı uyanık olmaya, onların yorumlarını bir kenara itip Allah'ın ipine sımsıkı sarılarak İslâmî hayata dönmek için gerekli ve aynı zamanda farz olan Hilâfet Devletinin kurulması için ihlâsla çalışmaya davet ediyoruz. Zira dünya ve ahirette kurtuluş ancak bundadır.

"Ey iman edenler, Allah ve Resulü sizi size hayat verene davet edince onlara icap ediniz." (Enfal : 24)
)))))))))))))))))))))))




(((((((((((((((((((((((

FİKİR MAHKUM

İnsanlar hep kitap yüklü fikirden uzak;

Bilerek bilmeyerek fikre kurarlar tuzak...
0 KİTAB

Bu name kimden gelir, kimleredir bu hitab;

Bilip de demiyenin elinde mahkum Kitab...

Çetin K.




KADİM ŞİRK FELSEFESİ: TASAVVUF

Tasavvuf tanımına getirdiği yeni boyutla tasavvuf târihinde derin izler bırakan Mâruf el-Kerhî, tasavvufta târikat fikrini, mârifet ve velâyet kavramlarını ilk ortaya atan kişidir.
Hârûn Görmüş
Tasavvuf, TDK sözlüğünde; “Tanrı’nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışıyla açıklayan dînî ve felsefî akım, İslâm mistisizmi” diye geçer. Lûgatlerde ise değişik tanımlamalar mevcuttur ki genelde gerçek anlamı yansıtmazlar.
İslâm, ilk-insan yâni Hz. Âdem ile başladığından, İslâm’ın olmadığı bir zaman olmamıştır. Bu nedenle “vâr-oluşun doğal ve normâl zorluklarını ve dînin yüklediği bedelleri ödemeyi göze alamayanların; meseleyi aşırı yoruma tâbi tutarak geliştirdiği Bâtınilik-mistisizm yâni İslâm’i literatürdeki isimlendirmeyle tasavvuf, dînin sulandırılıp güyâ kolaylaştırıldığı ve salt bir ahlâk ve keşif ile aşırı yorum şekline dönüştürülmüş bir şirk sistemidir.
Zamira Ahmedova, tasavvuf kelimesinin anlamı hakkında şunları söyler:
“Tasavvuf” kelimesine bakıldığında onun “sufi” kelimesi ile aynı kökten geldiği görülür. Sufi kelimesinin nereden geldiği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunların bâzıları şunlardır; “Ashâb-ı Suffe”, “Saff-ı Evvel”, “Safevi”, “Sophia” ve “Suf”. İleri sürülen bu kelimeler “sufi” kelimesine benzer görünmekle berâber, bâzılarının mânâ bakımından da yakınlıkları vardır. Bu konuda Kelabâzi şunları aktarmaktadır: “Sufi kelimesi ile ilgili yapılan îzahların hepsinde; Dünyâ’dan boşanmak, nefsi ondan uzaklaştırmak, memleketi terk etmek,…nefsi hazlardan alı-koymak, yapılan muâmelelerde ihlaslı olmak, sırrı saf hâle getirmek, kâlbin açılışını sağlamak ve fazîlet yarışında önde gitmek mânâları mevcuttur. 
Bâzı âlimler tarafından tasavvuf kelimesinin “safevi” (saf ve temiz)den türediği ve sufinin de “dünyevi kirlerden temizlenen kişi” anlamında olduğu, “safevi” kelimesinin telaffuz etme zorluğundan dolayı “vav” ile “fa” harflerinin yerleri değiştirildiği ve böylece “sufi” hâline getirildiği ileri sürülmüştür. “Sufi” kelimesinin Yunan dilinde “hikmet” anlamına gelen “Sophia” kelimesinden gelebileceği de ileri sürülmüştür. Bâzı ilim-adamları bu ihtimâle yer verirken, bir-çok âlim tarafından bu görüş reddedilmiştir. 
Sufînin, “yün” mânâsına gelen “suf” kelimesinden geldiği konusunda bir-çok İslâm-âlimi birleşmiştir. Suhreverdi, Hz.Peygamberin yün elbise giydiğini, yünlü elbiseyi sevdiğini, zâhitlerin de bunu benimsediğini, dolaysıyla onlara “yün elbise giyen” anlamında “sufi” denildiğini rivâyet ederek, bu görüşün daha kuvvetli olduğunu bizzat nakletmektedir. Bunun yanında Nöldeke gibi bâzı batılı araştırmacılar tarafından sufilerin yünlü elbise giyme âdetini Hristiyan münzevilerinden öğrendikleri ileri sürülmüştür”.
Aslında tasavvufun net bir tanımı yoktur. Târih boyunca herkes farklı bir tanım yapmıştır. Tasavvufun net bir tanımının olmaması, onun net bir öğreti olmamasındandır; “ilâhi” olmamasındandır. İlâhi olan “çok net” olur zîrâ. Bâtıl olan ise net değildir ve karmakarışıktır. Zâten hayâtiyetini de bu karma-karışıklığından alır. Tasavvufun bağlıları bu karma-karışıklık içinde boş yere anlamlı bir şeyler bulmaya çalışırlar ve ömürlerini heder ederler.
Filozof=Filozofi-filosofya; tasavvuf=”tasofi”. Bu kavramlardaki “sofi”nin kaynağı “Sofya”dır ki, Sofya dişidir. Bu nedenle sofilik, dişil prensipleri öne çıkarır. Tasavvufun, ana düşünme prensibi olan “aşk”ı aşırı öne çıkarması, hattâ aşk-merkezli ilim ve düşünme anlayışı, “sofi” yâni “dişil prensip”ten kaynaklanır. Filozofların düşünceleri ve hattâ Fransız Devrimi’nden sonraki, kadınlara=dişi-dişil yönelik söylemleri ve uygulamalarının kaynağı da budur. Sofi=sofya, dişil, aşk-merkezli bir düşünüş şeklidir. Aya Sofya bu düşünüşün mîmâri şeklidir.
İbrâhim Sarmış tasavvufun kaynaklarından Mûsa-Hızır kıssası bağlamında tasavvufu şöyle tanımlar:
“Tasavvuf, bir sapma olarak önceleri zühd hayâtı şeklinde algılanırken, sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi, alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslâm’i temellere dayandığını göstermek için de kendine Kur’ân, Sünnet ve Sâlih selefin hayâtından bir-takım İslâm’i temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf Sûresi’nde geçen Hz. Mûsa ile “Sâlih Kul” kıssasıdır. 
Tasavvufçular sûredeki sâlih kulu “Hızır” adında ermiş bir kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif ederek tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakîkat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin hakîkat âlimlerinin bir-takım şeylerini yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemiş, peygamber değil, bir veli kabûl ettikleri Sâlih Kul’a (Hızır) Hz. Mûsa’nın îtirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakîkat âlimlerini eleştirmesi veya onlara îtiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır’ın vahiy ve ilham aldığını, akâid ve şeriat sâhibi olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan Hz. Mûsa’yı da onun emrine vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabûl etmişlerdir. 
Hızır’ın peygamber değil veli olduğunu, kıyâmete kadar yaşayacağını peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine “Ledunni ilim” dedikleri bâtini bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamberin peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim veli olan Hızır’ın işlediği bâzı fiillerin anlamını ve îzâhını Hz. Mûsa peygamber olduğu hâlde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır’a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik “Hızır’dan bir-takım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir” diye iddia etmişlerdir”.
Hikmet Ertürk:
“Sofistlerin kullandıkları metotlarından biri de, kendi yollarını yürütebilmek ve insanları doğru yolda gidenlerin yollarından alıkoymak ve dolayısıyla kendilerine bağlamak için peygamberleri ve mü’minleri kötülemektir. Böylece kendilerinin ve gittikleri yolun iyi olduğunu insanlara yutturmayı amaçlamaktadırlar. Ayrıca bu tuzaklarını tutturabilmek için kullandıkları diğer bir metot da “Sağlam akla ve sağlam duyularla bunların açık ve net olarak yaptıkları öğrenme ve tespitlere karşı çıkmaktır”. Bundan dolayı “bâtıniliği” şiddetle savunurlar. Onların bâtın anlayışına göre örneğin; minâre dense, muhakkak bunu kuyu olarak anlamak lâzımdır. Birisine bunu yutturdular mı artık ona kabûl ettiremeyecekleri hiç-bir şey kalmaz. Öyle ki, İslâm Dîninde Allah bir mi deniyor, sofist buna karşılık her-şeyin Allah olduğunu kabûl ettirmeye çalışır ve etiket olarak kendisinin Allah olduğunu hemen iddiasının üzerine yapıştırır. İslâm dîninde cennet güzelliğiyle mi övülüyor, sofist bunun iyi bir şey olmadığını, ahmakları kandırmak için kurulmuş bir tuzak olduğunu kabûl ettirmeye çalışır. İslâm dîninde cehennem kötü bir yer olarak mı bildiriliyor, sofist onun iyi bir şey olduğunu, içindekilerin ondan çıkmak istemediklerini kabûl ettirmeye çalışır. 
Mevlâna, kendisinin hakîkatler ve dinler konusundaki görüşünü anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakîkat diye bir şey yoktur. Kesin hakîkat kabûl etmemekle de, bütün dinler ve bütün şeriatların aynı olduğunu yâni herhangi bir gerçeği temsil etmediklerini söylemektedir. Daha öncede belirttiğim gibi, bu düşünce sofizmin temel inancını temsil etmektedir.
İşte bizim evliyâlarımız!, meydanı böyle boş bulmuşlar, her telden çalıyorlar. Kimseciklerin de bunlara îtirâzı olmamış. Hem nasıl îtirâzı olsun ki?. Bu işi nasıl hâlletmişler bilmiyorum ama bir-şekilde müslümanlara Kur’ân’ı okutmamayı başarmışlar. Çok iddialı bir söz olarak şunu söylüyorum ki; Yüce yaratıcıları tarafından kendilerine kitap hediye edilen müslümanlar, hediye edilen bu Kur’ân’ı duvarlarına asmayıp, anlayacakları bir dilde okurlar ise yeryüzünde bu cemaatlerden hiç-biri kalmayacaktır. Böylece hepimiz tek bir ümmet olacağız inşallah” der.
İslâm’da tasavvuf denen bâtınilik ilk olarak Basra’da ortaya çıkmıştır. Bu felsefenin Basra ve civârında ortaya çıkmasının nedeni, o bölgenin hem Îran bâtıniliği ile, hem de Hint ve uzak-doğu mistisizmi ile olan çeşitli ilişkilerdir.
Tasavvufçular, tasavvufun kaynağını Hz. Ali’ye kadar geri götürürler ve onun da bâtıni bilgiyi yâni tasavvufu Peygamberimizden aldığını söyleyerek bir masal anlatırlar ve tasavvufun müntesipleri de bu masala hiç îtirâz etmeden inanırlar. İslâm’da-Kur’ân’da belgesi olmayan tasavvuf, bir “kabûl etme” ile “oldu-bitti”ye getirilmiş ve ortaya atılmıştır. Dayandırılabileceği ilâhi bir yazılı kaynağı yoktur. Bu nedenle de Peygamberimize iftirâ atarak: “Peygamberimiz tasavvuf bilgisini başta Hz. Ali olmak üzere sahabelerden sâdece bir-kaç kişiye öğretmiştir” derler. Yâni tasavvuf bir “iftirâ felsefesi”dir.
Tasavvufa göre Kur’ân’ın bir zâhiri (açık), bir de bâtıni (gizli) anlamı vardır. “İşte bu gizli anlamından yola çıkarılarak tasavvufa ulaşılır, peygamber bunu herkese bildirmemiştir” derler. Hâlbuki Kur’ân bir-çok âyetinde Kur’ân’ın apaçık olduğunu söyler:
“Yeryüzünde hiç-bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap’ta hiç-bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır” (En-am 38).
Üstelik Kur’ân’ı anlaması zor da değildir:
“Andolsun Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17).
Zâten Kur’ân, okuma-yazma bilmeyen ve hattâ hayatlarında kitap bile görmemiş olanlara gelmiştir ve işte onlar İslâm’ı yeryüzünde yaymış ve hâkim kılmışlardır. Yâni okunduğunda Kur’ân’da anlaşılamayacak gizli bir anlam yoktur. Belki ilk okunuşta gözden kaçan ve tekrâren okumalarla görülüp idrâk edilecek olan âyetler vardır. Bahsettikleri bâtıni-gizli anlam zâhiri anlamdan o kadar farklıdır ki, lafızla bire-bir farklılık gösterir ve lafızla bire-bir terstir. Hâlbuki hiç-bir anlam Kur’ân’ın lafzına aykırı olamaz. Zîrâ o zaman o şey, Kur’ân’ın söylediği şey olmaktan çıkar.
İslâm’daki ismi ile tasavvuf, Hz. Âdem ve çocukları ile başlamıştır. Hz. Âdem’e kadar geriye gitmesi tasavvuf için hayırlı ve iyi değil, tam-aksine kötü bir şeydir. Çünkü tasavvuf, ilâhi olanı insânî olana, aşırı yorumlama ve güyâ ilham ile ve “bâtıni anlam” denilen sözde “gerçek anlam” ile değiştirilmesidir. Bu nedenle de Şeytan ile bağlantılıdır. Çünkü Şeytan şöyle demişti:
“Allah, onu lânetlemiştir. O da (şöyle) dedi: ‘Andolsun, senin kullarından ‘miktarları tesbit edilmiş bir grubu’ (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim’. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaad ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va’detmez (Nîsâ118-120).
Şeytan daha başta, Allah’ın açık emri olan “Âdem’e secde etme emri”ne, “ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu ise topraktan yarattın” diyerek bir yorum yapmıştı ve neye dayandığı belli olmayan yorumunda “ateşin topraktan üstün olduğunu” söylemişti. Ateşin topraktan üstünlüğünü kanıtlayan bir şey yoktur hâlbuki. Bu nedenle de bu yorumda devreye %100 nefs girmiş ve Allah’a rağmen kendi isteğini ve keyfini öne çıkarmıştır. Yine; Hz. Âdem ile Havva’yı cennetten, Allah’ın; “şu ağaca yaklaşmayın” emrini, yoruma tâbi tutarak kandırmış ve çıkarmıştı. Öyle bir yorum yapmıştı ki, o yorum Allah’ın emrine aykırı davranmaya sebep olmuştu:
“Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?’ Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp-kaldı” (Tâ-ha 120-121).
Bu nokta çok önemlidir. Şeytan Âdem ve Havva’yı “yorum” ile, hem de Allah’ın açık emrine aykırı olan bir yorumla ve güyâ “gerçek anlam olan bâtıni yorumla” yâni tasavvufla kandırmıştı ve yoldan çıkarmıştı. Eğer Âdem Allah’tan bâzı kelimeler alıp günahını îtirâf edip de af dilemeseydi, sonsuza kadar perişân olacaktı. Fakat yine de, affedilmesine rağmen tasavvufa-bâtıniliğe aldanış, onların cennetten çıkarılmasına sebep olmuştu. Çünkü bu yorum-tarzı, hakîkate aykırı olan bir yorumlama şeklidir. Bu durum daha sonra Âdem’in çocukları için de geçerli olmuştur. Hâbil’in kurbanı kabûl edildiği için Kâbil bunu kabullenmedi ve şeytan ile berâber yaptıkları yorumdan yâni tasavvufi düşünüşten ve “keşif”ten sonra kardeşini öldürdü. Kardeş-kavgasını başlatan neden buydu işte: Nefse dayalı yorum. Yâni tasavvuf.
Hem İslâm dîninde hem de diğer dinlerde tasavvuf-bâtıniliğin kaynağı inzivâdır. İnzivâ abartıldığında kafayı yemek kaçınılmazdır. Çünkü emredilen bir şey varken emredilmeyeni yapmak, sünnetullah gereği cezâlandırılır ki bu cezâ en çok da “psikolojik bir cezâ” olarak tezâhür eder. Yâni tasavvuf, kendisine kapılanın psikolojisini bozar. Zâten tasavvuf, bir travmanın, bir cinnet hâlinin sonucudur. Zihni, felsefi ya da siyâsi bir travmanın sonucunda şeytanın vesvesesi ile ortaya çıkar. Bu nedenle şizofrenik bir durumdur. Müntesipleri, paranoyak şizofrenik bir tutum, tavır ve söylem içindedirler. Fakat bir şizofrene şizofren olduğu, şizofrenik hâli devâm ederken kabûl ettirilemez.
İslâm’da “tasavvuf” olarak adlandırılan bâtınilik, inzivâ ve aşırı ibâdete meyil ile başlamıştır. Hâlbuki Allah’ın böyle bir emri ve isteği yoktur ve Kur’ân da böyle bir şey emretmez. Tam-aksine:
“Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi bir-biri ardınca gönderdik. Meryem-oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kâlplerinde bir şefkat ve merhâmet kıldık. (Bir bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızâsını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan îman edenlere ecirlerini verdik, onlardan bir-çoğu fâsık olanlardır” (Hadîd 27) âyetiyle böyle bir şeye meyledilmemesi istenmiştir.
Peygamberimiz de bâzı “aşırılık” meyline kapılan inzivâcılara kızmıştı:
“Enes ibni Mâlik radıyallahu anh şöyle dedi:
Peygamber (aleyhissalatü vesselam)Efendimizin nâfile ibadetlerini öğrenmek üzere, üç kişilik bir grup, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibâdetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve;
‘Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır’ dediler.
İçlerinden biri:
‘Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım’ dedi.
Bir diğeri:
‘Ben de hayâtım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim2 dedi.
Üçüncü kişi de:
‘Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, aslâ evlenmeyeceğim’ diye söz verdi.
Bir müddet sonra Peygamber efendimiz onlarla karşılaştı ve kendilerine şunları söyledi:
‘Biraz önce şöyle-şöyle diyen sizler misiniz?’ buyurdu.
Onlar:
‘Evet ey Allah’ın elçisi’ dediler.
Resûlullah:
‘Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bâzen oruç tutar, bâzen tutmam. Geceleri hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir, benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir’ buyurdu. (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5)”.
Peygamberimizden sonra tabiinden Hasan Basri’nin bu münzevilik yoluna biraz da mecbûren meyletmesi; Râbia’nın ise bunu Allah’ın bir emri gibi yaparak “ilâhi aşk” denen bir düşünce ile, Allah’ın insandan beklemediği bir yola düşmüştür. Râbia Adeviye, kafasında oluşturduğu ve “ilâhi aşk” dediği düşünceyle şizofrenik bir tutum takınmış ve boş bir hayâle kapılarak kafayı yemiştir. “İlâhi aşk” kavramıyla bir gizem oluşturularak, gizemli olana meyilli olan halkın, tasavvufu benimsemesi sağlanmıştır ki peygamberimiz “ilâhi aşk” denen böyle bir kavramdan hiç bahsetmemiştir. Bu söz bâtıni mistikliğe âit bir sözdür ve şirktir. Îman ile aşk bir-arada bulunamaz. Aşk şirktir çünkü. Aşk bir çeşit şirk üretir. Âşıklar bir-birlerini ilâhlaştırmadan âşık olamazlar. Bir-birlerini hatâsız kabûl ederler meselâ. “En iyisi” zannederler. Âşıklar bir-birlerine Allah’ı anmayı unuttururlar en başta -ki bundan büyük bir felâket yoktur-. İnsanların âşık olan kişilere yarı-gülümseme hâlinde bakmaları bir imrenmeden değil, alışkanlıktandır. Tağutlar alttan-alta böyle yönlendirirler toplumları. Buna bir de tasavvufçuların sapıkça “Allah aşkı”nı da katarak destek olmaları bu işin toplumsal bir travma/hastalık hâline gelmesine yol açar. “Allah aşkı” diye bir saçmalık hâşâ ve kellâ yoktur, olamaz da. “İlâhi aşk” söylemi, insanın ürettiği en büyük terbiyesizliktir. İlâhi aşk kavramı, müslümanların yozlaşmasına neden olan etkenlerin ilk-başta gelenlerindendir. Âşık olan tevbe edip uzaklaşmalıdır bu belâdan. İyi bir gusül abdestiyle işe başlamak yararlı olacaktır.
Zünnûn El Mısrî bilginin üç türlü olduğu söyler:
1-Mü’minlerin bilgisi.
2-Kelamcıların ve hâkimlerin bilgisi.
3-Allah’ı kâlpleriyle tanıyan Allah’a yakın velilerin bilgisi ki bu bilgi yakin derecesinde olan bilgidir. Çünkü bu bilgi, Allah’ı, birlik sıfatlarıyla doğrudan-doğruya tanımaktan ibârettir ve “bu bilgi akıl ve istidlal yolu ile değil, ancak, Allah tarafından insanın kâlbine doldurulan ilham ile elde edilen” bir bilgidir.
İşte vâr-olduğu zannedilen 3. şıktaki bilgi-türü, tasavvuf-bâtıni düşüncenin ve felsefenin başlamasına sebep olan “zannî” bir bilgi-türüdür. Aslında vâr-olmayan hayâli bir bilgi-türü tasavvuf düşüncesini başlatmıştır ve hâlen de sürdürüyor.
Peygamberlerin gönderildikleri kavimlerin şirk dinleri, bir çeşit bâtıniliktir. Allah peygamberleri, şirkin merkezleri olan bâtıni, mistik, sapık tasavvufî düşünce sistemleriyle, zulmün ayyuka çıktığı yerlere gönderir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e kadar insanlar kendilerine gelen her dînin direktiflerini çıkarlarına ve keyiflerine ters düştüğü her zamanda nefs-merkezli yorumlara yâni mistik-bâtıni-tasavvufi yorumlara tâbi tutarak değiştirdi ve dîni kendi çıkarlarına uygun hâle getirdi. Fakat dînin bu hâle gelmesi en çok da kurnazlara ve şerefsizlere yaradı ve Dünyâ onların eline geçti.
Peygamberimizin gönderildiği kavim olan Mekke halkı da Hz. İbrâhim’e dayanan dinlerini yorumlaya-yorumlaya, “hak” olanı bâtıl olana kaydırdılar ve bâtıllaşan din mecbûren zulme dönüştü. Vicdansız ve şerefsiz birileri bu bâtıl dîni kendi çıkarları çerçevesinde kullanmasını bildi. Böylece Mekke’de zulüm ayyuka çıktı. Bu mevcut kötü durum peygamberimizin canını çok acıtıyordu. Allah da buna râzı olmadığından, melek Cebrâil aracılığı ile peygamberimiz Hz. Muhammed’e vahiy göndermeye başladı ve 23 yıl süren vahiy sürecinde bâtıl olanı yâni tasavvufu yıkarak “hak dîn”i tamamladı ve hâkim kıldı. Peygamberimiz de bu hak din bağlamında bir bilgi-bilinç-eylem sürecinden sonra bir devlet kurdu ve bâtılın, bâtının, mistisizmin aşırı ve dayanaksız yorumlarının yâni tasavvufun simgesi olan putları yıkarak hak dîne dayalı bir medeniyet başlattı. Bu durum Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısı olan 7. yıla kadar devâm etti fakat insanlardaki nefs çeşitli şekillerde şeytan tarafından harekete geçirildi ve dayanaksız yorumlamalar yeniden başladı. Zâten bu tür yorumlar, hak dîne dayalı devlet idâresi ve irâdesi zayıfladığında ortaya çıkmıştır târih boyunca. Özellikle yöneticilerin çıkarları ve istekleri doğrultusunda bu yorumlar resmîleşti. Tabi bu-arada toplumun ezilen kesiminin de îtirazları vardı ve mevcut duruma îtirâz ettiler. Dînî yorumlara karşı çıktılar. Fakat dîni, resmî olarak elinde tutanlar devlet-gücü ile buna karşı koyunca, fetihlerle genişleyen devlete katılan ve yeni insanlarla ve dinlerle tanışan ezilen kesim, o kişilerin ve dinlerin de büyük katkısıyla, devletin yorumuna karşı bir-çok, dayanağı olmayan ve aykırı olan yorumlamalar yapmaya başladı. Çünkü resmî din baskındı ve buna îtiraz etmek için, gerçek olanın resmî yorum değil, bâtıni olan yorum olduğu söylenmeye başladı ve bu bâtıni yâni tasavvufi olan yorum, “nefse yönelik ve dönük olduğu için belli bir kesim tarafından kabûl gördü: İsmâililik ile başlayan bu süreç dallandı-budaklandı ve İslâm’da bir yer etti. Hattâ yorum o hâle geldi ki ilerdeki bâzı devletler bu sefer de bu Bâtıni-tasavvufi yorumu resmî din-mezhep yorumu olarak kabûl ettiler.
Zamira Ahmedova tasavvuf için şunları şöyler:
“Sufiler her zaman yaşattıkları mânevi zinciri Hz. Peygamber’e kadar götürmeyi kendileri için âdet hâle getirmişlerdir. İslam tasavvufu yeni-eflâtunculuk’tan etkilenmiştir. Buna göre müslümanlar, Yunanca’dan tercüme edilmiş kitaplardan etkilenmişler ve tasavvuf da bundan payını almıştır. Batılıların örnek gösterdikleri Mısır’lı Zu’n-Nun bu süreçte önemli rôl oynamış, têsir altında kaldığı Yeni Eflatunculuğu İslâm-dünyâsına taşımıştır. Müslümanlar, İslâm-dünyâsının genişlemesi sonucunda eskiden Budizm’in etkili olduğu halklarla temas kurmuşlardır. Üstelik önceleri Budizm’in egemen olduğu Horasan ve Mâveraünnehr zamanla sufiliğin merkezleri hâline gelmiştir. Bunu göz-önüne alan bâzı batılı araştırmacılar, tasavvufun Budizm’den etkilenebileceğini ileri sürmüşlerdir. Sufilikteki vahdet-i vücut şekliyle “fenâ”, Budizm’deki Nirvana ile karşılaştırılmış ve benzer yönleri olduğu söylenmiştir. Ayrıca, İbrâhim b. Ethem gibi büyük sufilerin hayatlarından örnekler vererek bunları kanıtlamaya çalışmışlardır. Buna göre İbrâhim b. Ethem’in hayat-tarzı Buda’nınkine benzetilmektedir. Bunun yanında büyük mutasavvıflardan sayılan Bayezid-i Bistâmi’nin öğretmeninin Sindi adında biri olduğu ve onun Hind kökenli biri olabileceği söylenmiştir. İslâm tasavvufunun hırka, tesbih ve zikir esnâsında nefes almanın da Hind têsiriyle girdiği bildirilmiştir. Bunların dışında İslâm tasavvufunun Yahudilikten, Gnostizim’den ve Orta Asya Şamanizm’den de etkilendiği ileri sürülmüştür. Yağmur yağdırmak için yapılan Sufi raksın Şamanizm’den geldiği bildirilmiştir. İslâm tasavvufunun ortaya çıkışı ve gelişim târihi de önem taşımaktadır. İslâm tasavvufu ilk asırlardan îtibâren ortaya çıkan züht hareketiyle kök salmaya başlamıştır. Bu dönemde züht yolunu tutanlar, Dünyâ ve Dünyâ nîmetlerinden yüz çevirmeyi, dînî hususlara titizlikle ve harfiyen uyumaya çalışıyorlardı. Buna rağmen ilk zâhitler züht hayatlarını aşırılıklara götürmüyorlardı. Toplum faaliyetlerine katılıyor, ihtiyaçlarını karşılamak için çalışıyorlardı.  
Merv’de doğan Bişir b. El-Haris el-Hâfi (ö.227/841) ise, “başkaların fikrine aldırmazlık etmeme” fikrini ilk ortaya atan sufi olarak bilinmektedir. Onun fikirleri daha sonra Melâmetiye hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Türklerin İslâm’laşma sürecinde etkili olmuş sufi hareketlerinin de Melâmetilikten etkilendiği ileri sürülmüştür.
Râbiatu’l Adeviye (ö.185/801) insanlara Allah sevgisinden bahsederek korkuyla başlayan züht hareketine “İlâhi aşkı” (muhabbetullah) katmıştır. Bu asırlara damgasını vurmuş mutasavvıflardan biri de Mısırlı Zu’n-Nun’dur (ö.246/861). Tasavvufa mârifet (gnosis) fikrini ilk dâhil eden kişi olarak bilinir. Ayrıca, onun bir simyâcı olduğu, Mısır hiyerogliflilerini bildiği söylenir. Bununla berâber bir-yandan Râbiatu’l Adeviye ile başlayan Allah sevgisini (muhabbetullah) Mâruf Kerhi (ö.815) geliştirirken, öbür taraftan Seri Sakati (ö.251/865) tasavvuf yolunun alâmetlerini tespit etmeye, makam ve hâllerini tertip etmeye başlamıştır. 
Bununla berâber İslâm-dünyâsında kargaşalar meydana gelmiş bir-çok mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu da tasavvufun her tarafta yayılmasına ve rağbet görmesine yardım ediyordu. Çünkü halk kargaşalardan bıkmış, kurtuluşu tasavvufa sığınmakta bulmuşlardı. Diğer taraftan halkın tasavvufa meyleden yönünü fark eden devlet-adamları, onları korumak için sufilere de saygı göstermeye başlamışlardır. Bu da sufilerin her tarafa yayılmalarını ve rahatça hareket etmelerini kolaylaştırmıştır.  (Yâni denize düşen yılana sarılmış H.G.).
Abdulkadir el-Geylâni ile tasavvufun târikatlar dönemi başlamış oldu. 
İslâm hudutları içerisine giren bölgelerde insanlar daha çok tasavvufi müslümanlıktan etkileniyor, kendilerine bu yolu yakın hissedip kabûlleniyorlardı. Bunun başlıca sebebi kısmen mistik bir din olan eski dinlerinin tasavvufi müslümanlığa daha yakın olmasından kaynaklanıyordu. Özellikle Türklerin her zaman görüp yaşattıkları ve tecrübesini devâm ettire-geldikleri eski Türk mistik düşünce sisteminin esâsını oluşturan “kam”lık müessesesi, Türklerin tasavvufa çabuk alışmasını sağladığını düşünmek mümkündür. Rivâyete göre Türklerin büyük ozanı Korkut Ata’nın önceleri bir “kam” iken, sonradan İslâm’ı anlama maksadıyla Arabistan’a gidip, Hz. Ebu Bekr ile görüşerek müslüman olması ve bu olayın dilden-dile dolaşması Türklerin İslâm’laşmasında eski dînin de etkilerinin olabileceğini göstermektedir. Yâni, Türklerin İslâm’ı yakından tanımaya başladıkları dönemlerde ilk önce eski kam ve ozanların yerini “baba” ve “ata” olarak tanınan dervişler almaya başlamıştır. Bunun yanında Türklerin zaman içerisinde benimsedikleri Budizm ve Hristiyanlık gibi dinlerin de, onları ilk önce İslâm’ın bu yönüne meyletmelerinde etkili olduğu söylenmiştir.
Melâmetiye hareketini başlatanın, İslâm’a girmeden önce “bir düzenbaz, bir eşkıyâ” olan, Merv’li Bişir b. El-Haris el-Hâfi (ö.227/841) olduğu söylenir. Bişir, “başkalarının fikirlerine aldırmazlık etmeme” doktrinini geliştirerek Melâmetiye hareketini başlatmış oluyordu. “Kötü fiillerinizi gizledikleriniz gibi, hayırlı işlerinizi de gizleyin” ve yine “eğer insanların sizi hırsız sanmasını başarabilecek bir hâlde iseniz, bütün gücünüzle bunu başarmaya bakın” derdi. Bişr’in fikirleri kısa-sürede Horasan’da gelişme göstermiştir. Bunun ardından Melâmetiye hareketi Mâveraünnehr bölgesine nüfûz ederek, Melâmeti Türk dervişlerinin faaliyetleri sonucu Türkler arasında geniş ölçüde yayılmıştır. Hattâ Ahmed Yesevi’nin de bu hareketten etkilendiği söylenmiştir. 
Suhreverdi, Kalenderilerin kâlp temizliğinin verdiği sarhoşlukla şer-i sınırları aşıp, farzların dışında namaz ve oruç gibi ibâdetleri azalttığını bildirmiştir. Rivâyete göre Hüseyin bin Mansûr’un (Hallac) dedesi Mahamma bir Mecûsi idi. 
Hallac-ı Mansur’un temel görüşlerinden biri “Nûr-ı Muhammedi” fikridir. Hallac-ı Mansur’a göre Hz. Muhammed’in biri ezeli bir “nur” oluşu, diğeri bir insan ve peygamber olarak iki hüviyeti vardır. Bütün nebiler, resüller ve veliler ilim ve irfanlarını ondan almışlardır. Hattâ varlıkların vâr oluş sebebi de odur. Hallac-ı Mansur yaratma ve dinlerle ilgili düşüncelerini de Nûr-u Muhammedi çerçevesinde açıklamıştır. Hallac-ı Mansur’a göre bütün dinler esas îtibârıyla birdir. Bütün dinlerin ilâhi olduğunu söyleyen Hallac-ı Mansur’a göre insan kendi tercih ettiği din üzere değil, Allah tarafından kendisi için tercih edilen din üzere bulunur. Hallac-ı Mansur İblis’in Âdem’e secde etmemesinin tevhid, aşk ve fütüvvet açısından yorumlamıştır. İblis Allah’a derin bir aşkla bağlı olduğundan, ondan başkasının önünde eğilmemiş, secde şerefini yalnız O’na tahsis etmiştir. Hallac-ı Mansur bu ikisini örnek alarak “Enel-Hak” dâvâsında sonuna kadar ısrâr etmekle fütüvvetin bir örneğini vermiştir. Diğer taraftan Hallac-ı Mansur fütüvvetin en güzel örneği olarak Hz. Muhammed ile İblis’i görmüştür. Hiç kimsenin bu ikisi kadar dâvâlarında samîmi olmadıklarını ve fedâkârlık göstermediklerini ileri sürmüştür: 
“Dostlarım ve öğretmenlerim İblis ve Firavun’dur. İblis cehennem ateşiyle tehdit edildi, ama vaz-geçmedi. Çünkü o kendisiyle Rabb’i arasında hiç-bir şeyi kabûl etmeyecekti. Ve ben her ne kadar öldürülsem ve ellerimle ayaklarım kesilse de vazgeçmeyeceğim diyordu”.
Hasan Rızâ Özdemir, tasavvuf-yeni-eflâtunculuk ilişkisinden bahsederken şunları söyler:
“İslâm dîninin temel kaynakları Kur’ân-ı Kerim ve Sünnettir. Hz. Peygamber döneminde, tasavvuf sistemli bir şekilde ortaya çıkmış değildi; ancak Peygamberin yol göstericiliğinde ve kutsal kitabın öğretileri doğrultusunda sahabe döneminde sürdürülen zâhidâne hayat, sonraki yüzyıllarda İslâm tasavvufunun temelini oluşturmuştur. 
Tasavvuf hicrî üçüncü asır ortalarında, Îranlı olan Mâruf el-Kerhî ile birlikte başkalaşmaya başlamıştır. Kaynaklar onun tasavvufu ilk tanımlayan kişi olduğunda birleşmektedir. O güne kadar -İslâm zühdü- olarak tanımlanan harekete o, yeni bir misyon daha yüklemiştir: “Hakikatlerin peşine düşmek”. Bu yaklaşımla artık tasavvufun amacının, zühdle birlikte “mârifet” olduğu îlan edilmiştir. Zamanla, tasavvufun “zühd” anlamından “mârifet” anlamına doğru kaydığı görülmektedir. 
Tasavvuf tanımına getirdiği yeni boyutla tasavvuf târihinde derin izler bırakan Mâruf el-Kerhî, tasavvufta târikat fikrini, mârifet ve velâyet kavramlarını ilk ortaya atan kişidir.
Ebu Zerr el-Gıfarî, Huzeyl ve Huzeyfe gibi sahabelerle başlayan ve hicrî ikinci, milâdî sekizinci yüzyıl sonlarına, Hasan el-Basrî‘ye kadar devâm eden tasavvuf hareketinin ilk devri, zühd ve takvâ devridir. Bu devirde tasavvuf hareketinin amacı, sırf felsefî ve metafizik düşünceden daha çok, sâlih amele ve ahlâken iyi insan olmaya yönelik pratik bir harekettir.
Plotinus milattan sonra üçüncü yüzyılda (204-270) yaşadı. Mısır‘da Lykopolis‘te doğdu. Âilesi hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Çok sâde, dünyâ zevklerinden uzak bir hayat yaşadı. Ömrünü çok özlediği Tanrı‘ya yükselme çabası içinde geçirdi. Plotinus‘un maddeden uzak kalmak istediği için bir beden içinde barındığından dâhi utandığı, heykelini yaptırmadığı söylenir. 
Enneadların ana-fikri âlemi bir akış (epanchement), tanrısal hayâtın derece-derece bir yayılması gibi ve varlığın son gâyesi olarak, onun Tanrı‘da yeniden erimesi (resorption) gibi düşünen emanatist bir panteizmdir. (Vahdet-i Vücut düşüncesinin temeli, yeni-eflâtunculuktaki akış teorisidir yâni H.G.). 
Yeni-eflatunculukta şöyle denir: Tin ve özdek arasında ahlâksal bir sorun yaratan bir ikilik vardır; duyu dünyâsı kötüdür ve Tanrı‘ya yabancıdır; rûhun esenliği kendini özdekten çıkarmasını ve başlangıçta kendisinden doğmuş olduğu arı tine geri dönmesini gerektirir. Denebilir ki antik felsefe yeni-eflâtuncuların ve Patristiklerin Dünyâ’yı tinselleştirme girişimleri ile sona eriyordu. (Tasavvuf zâten “platonik” bir düşünüş şeklidir. Gerçekliği yoktur yâni H.G.).
Tasavvuf, “târikat tasavvufu” ve “felsefi tasavvuf” diye ikiye ayrılmıştır 11- ve 12. yüzyıllarda, özellikle Türklerin müslümanlığı seçip, Horasan civârında Hemedâni ve Ahmet Yesevi’nin etkileri altında kalan Abdülhâlık Gücdüvâni ve Nakşibendi, bu felsefeyi târikatlaştıranların başında gelir. Abdulkadir Geylâni’nin (cilâni) de târikat hâline getirdiği bu yol, düşünce ve felsefi olarak hemen-hemen aynı kapıya çıksa da, ibâdet ve davranış, söylem-eylem vs. yönleriyle görünüm kazanmıştır.
Aslında tasavvuf, Îran, Sûriye, Mısır ve Anadolu’nun Türk diyarlarını fetihlerinden sonra ve yunan felsefesinin tercümeleriyle İslâm’da yer etmiş, hristiyanlık ve yahudilikteki bâtınilik ve mistisizm de buna katkı yapmıştır. Uzak-doğuya varıldığında ise Hint ve Çin’den de Budist-Hinduist-Konfüçyanist-Taoist-Zerdüştlük ve doğunun kadim din ve felsefelerinden ne varsa almışlardır. Zâten yeni fethedilen ülke-hakları daha önceki zamanlarda çeşitli dinlerle karışmışlardı ve böylelikle her dinden ve felsefeden etkilenen bir-kısım müslümanlar, edindikleri bu bilgi ve düşünüşleri İslâm ile güyâ sentezleyerek farklı bir düşünüş şekli oluşturmuşlardır ki bu düşünüş, işrâkilik, bâtınilik, hermetizm, mistisizm, gnostisizim denilen ve nihâyet İslâm’da “tasavvuf” diye adlandırılan şey olmuştur ki hepsi de aynı şeydir ve hepsi de aynı şeyi söylerler. Bu nedenle tasavvuf eklektiktir. Her dîni kabûl eder, “her şey mubahtır” düşüncesi vardır. Yâni “ne olsa gider” bir düşünüş şeklidir tasavvuf. Burada söylemek istediğimiz şey, İslâm’ın özünde böyle bir düşünüşün olmadığı, fetihlerle ve yayılmalarla berâber bu tarz düşünüşlerin ortay çıktığı ve karıştığıdır. Zâten bu nedenle Mekke ve Medine’de tasavvuf düşüncesi olmamıştır ve hâlen de yoktur. Yâni tasavvuf tüm İslâm âlemini kuşatan bir felsefe değildir. Meselâ Türk melâmiliği de, Balkanlardan gelen Türklerin yoğunlaştığı bir târikattır. Çünkü balkanlar, daha önceleri Pavlikanlık ve Bogomillik ile bu felsefeyi tanıyorlardı ve zâten İslâm’a da başta Sarı Saltuk ve benzer baba-dedeler tarafından, tasavvufun alevi yorumu olan Bektâşilik merkezinde tanışıp müslüman olmuşlardır. Türkiye’ye balkanlardan gelen göçmen nüfûsun bol olarak yaşadığı İzmir-Manisa-Aydın civarında görülür melâmilik.
Târikat ve felsefi tasavvuftan bahsettik ki felsefi tasavvuf zamanla daha da küstahlaşmış ve Hallac ile başlayan, Beyazıd ile devâm eden süreç, Muhyiddin ibn-i Arâbi’ye kadar gelmiştir ki tasavvuftaki Vahdet-i Vücut (Panteizm) sapıklığını tertip eden kişidir.
Tasavvufçuların söylediklerinin hiç-bir iler-tutar yanı yoktur ve onun olumlu bir şeyinden hemen-hemen bahsedilemez. Olumsuz örnek olarak şunu vermek istiyoruz; Denir ki:
“Şeytan, Âdem’e, Allah’tan başkasına tapmayacak, secde etmeyecek kadar mert olduğu için secde etmedi ve mertliğini gösterdi. Bu nedenle de şirke düşmemiş ve günaha girmemiştir”. Hâlbuki emri veren Allah’tır. Allah’ın emri varken yoruma yâni tasavvufa kayıyor ve Allah’ın emrine karşı gelmeyi matah bir şey olarak gösteriyor. Benzer şekilde Firavun için İbn-i Arâbi; “Son-anda tevbe etmiştir ve tevbe edip İslâm’a girenlerin geçmişteki günahları affolduğundan ve Firavun tevbe eder-etmez öldüğünden, geçmişteki günahları silinmiş ve Hz. Mûsa’dan bile daha günahsız olarak ölmüştür” diyor. Bakın, burası çok önemli; Kur’ân’ı bilmeyenler bu düşünüş şeklini güzel bulup bu düşünüş şekline yâni tasavvufa katılıyorlar ve benzer şeyleri dinleye-dinleye tasavvufun sağlam bir müntesîbi oluyorlar. Oysa İslâm’ın ana-kaynağı; Muhammed bin Abdullah’ı âlemlere rahmet Hz. Muhammed yapan İslâm’ın ana-kaynağı olan Kur’ân, bakın ne diyor:
“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi. Şimdi öyle mi? Oysa sen önceleri isyân etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın” (Yûnus 90-91).
“Allah’ın (kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabûl eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 17-18).
Bu âyetlere göre İbn-i Arâbi’nin felsefesi beş para etmez bir zırvalık olarak damgalanır. Yine Celâleddin Rûmi’den (câhillikle “Mevlâna” denilen kişi) bir örnek verelim:
Ahmet Eflâki’nin (Mevlana’nın öğrencisi ve Ariflerin Menkıbeleri kitabının yazarı H.G.) anlattığına göre Şems, Kimyâ Hâtun adlı bir câriye ile Celâleddin Rûmi tarafından nikâhlanır. Bir-gün Celâleddin Rûmi Şems’in ziyâretine gider, içeri girince Kimyâ Hatun’la sevişmekte olduğunu görür. Hemen dışarı çıkar. Biraz bekledikten sonra içeri girer. Yanında kimseyi göremez. Bunun üzerine Celâleddin Rûmi, Şems’e yanındakinin nereye gittiğini sorar. Şems şöyle cevap verir: “O senin gördüğün Cenâb-ı Allah idi. Cenâb-ı Allah’ın ne kadar sevgili bir kuluyum ki Kimyâ Hâtun sûretinde bana geldi” der. Şerefsizliğe pik yaptıran bu sözü büyük bir câhillikle, sapık bir hûşû ile söyleyenlere ve dinleyenlere yazıklar olsun!.
Yine derler ki: Mürid, Mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtıni âlemlerde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan J, şu gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar. Len ahmak! “Şeyh-efendi” dediğin o şerefsiz, senin karıyı kafaya almış ve zînâ yapıyor ve birazdan da iş nihâyete erecek. Ne bâtınından-zâhirinden bahsediyorsun sen. Git de nâmusuna el uzatan o şerefsizi gebert!.
İslâm adına kayda-değer tek bir eser bile vermemiş olan Celâleddin Rûmi, Kur’ân’da yine sâdece Kur’ân için söylenmiş ve Kur’ân’ı öven ve tanıtan ifâdeleri, şirk kitabı olan Mesnevi’nin ön-sözünde bakın nasıl da küstahça kullanıyor:
“Bu kitap, Mesnevi kitabıdır. Mesnevi, hakîkate  ulaşma ve yakin sırlarını açma husûsunda din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, ­Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı ‘nın en açık bürhânıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer (Nûr 35). Sabahlardan daha aydın bir sûrette parlar. Kâlplere cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir tânesine bu yol-oğulları Selsebil derler. Makam ve kerâmet sâhiplerince en hayırlı duraktır, en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler, içerler. Hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevi, Mısır’daki Nil’e benzer: Sabırlılara içilecek sudur, Firavun ‘un soyuna, sopuna ve kâfirlere hasret. Nitekim Tanrı da “Hak, onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da, yolunu doğrultur (İsrâ 9). Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifâdır (İsrâ 82). Hüzünleri giderir, Kur’ân’ı apaçık bir hâle koyar (En’am 114). Rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır (Abese 13-16)Temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler (Vâkıa 79).  Mesnevi, âlemlerin Rabbinden inmedir (Vâkıa 80; Bakara 79; Âl-i İmran 78; Mâide 13)Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından (Fussilet 42). ­Tanrı, onu korur, gözetir (Hicr 9);  Tanrı, en iyi koruyandır, merhâmetlilerin en merhâmetlisidir. Mesnevi’nin bunlardan başka lâkapları da var, o lâkapları veren de Tanrı’dır. Fakat biz, bu az lâkapları anarak sözü kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tâne büyük bir harmana delâlet eder”.
Tasavvufta merâtip ya da “makam” denilen hayâli mertebelerde belli yere gelenler, -hâşâ- peygamberden bile üstün olabiliyorlar. Kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynuyorlar. Kıpırdayan her yapraktan haberdarlar. Kendilerine peygamberlere bile gelmeyen vahiyler geliyor. Veli oluyorlar, gavs-kutup oluyorlar, peygamber oluyorlar, Hızır oluyorlar ve -hâşâ- Allah oluyorlar. Hattâ “Allah olamayana” acıyorlar. Kendilerini Allah îlan ediyorlar. Hattâ “bana Allah olduğumu Mevlâna öğretti” diyenler bile var. Bu nedenle tasavvufta Allah ve peygamber yoktur. Allah ve peygamber -sümme hâşâ- kendileridir zîrâ. Yine oturdukları yerden “tecelliler” alıyorlar, ilhamlar geliyor, vahiyler gönderiliyor. Bir tavırlar, bir tavırlar. Kibirleri gökleri delen bu zavallılar kendilerini bir şey zannediyor. Kıçlarındaki boku temizlemekten âcizler ama kendilerini ilah olarak görüyorlar. Hadlerini bilmez bir şekilde diyorlar ki: “Enel hak”, “Ben Hakkım”; “cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok”; “şânım ne büyük” vs. vs. Artık şeytan ne fısıldarsa..
Tasavvufta merâtipleri atlamak ve sapık yolda ilerlemek için küstahlaşmak gerekiyor. Ne kadar küstahlaşırsanız, ne kadar terbiyesizleşirseniz ve sapıkça sözler ederseniz o oranda kabûl görürsünüz. Tasavvufu eleştiren kitaplar bu konuları çok iyi bir şekilde derleyip toplamış ve en iyi şekilde anlatıyor. Bu konulara fazla girmek istemiyoruz ve zâten bu konulardan bahsedi(li)nce içimizde merhâmet kalmıyor.
Ettikleri şu sözlere (şatahât) bir bakın:
“Sâlik, kâfir olmadıkça müslüman olamaz, kardeşinin başını kesmedikçe müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe (evlenmedikçe) müslüman olamaz.” (Mektubat, İmam Rabbâni 445. Mektup). (Rabbâni bu mektupta bu sözleri kendisi söylememiştir ama olumlu anlamda tefsir etmiştir. H.G.)
“Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, Anana kâbin kıydır ki Hakk’ı ıyân göresin”. Sadeleştirip bu-günkü dille söylersek: “Git, kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah’ı açıkça görmüş olursun” (Yunus Emre).
“Ey akıllı kişi! iyi düşün. Put, varlık bakımından bâtıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da Ulu Tanrı. İyinin yaptığı her şey iyidir” (Şebusterî).
“Sekiz cennet yaptın sen Âdem için. Adın büyük, bağışla onun suçun. Âdem’i cennetten çıkardın, niçin?. Buğday nene lâzım, harmancı mısın?
Hafâya çekilip seyrâna durdun. Aklı yetmezlerin aklını urdun. Kıldan ince köprü yaptın da kurdun. Akar suyun mu var, bostancı mısın?
Yüz bin cehennemin korkmam birinden. Rahmân ismi nâzil değil mi senden?. Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen?. Affet günahımı, yalancı mısın?
Şânına düşer mi noksan görürsün. Her gönülde oturursun, yürürsün. Bunca canı alıp yine verirsin. Götürüp getiren kervancı mısın?
Kullanırsın kanatsızca rüzgârı. Kürekle mi yaptın sen bu dağları. Ne yapıp da öldürürsün sağları. Can verub can alırsın sen cancı mısın?”. (Azmi Baba).
“Kıldan köprü yaratmışsın. Gelsin kullar geçsin deyû. Hele biz şöyle duralım. Yiğit isen geç a Tanrı” (Kaygusuz Abdal).
“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû. Gel seni sen tuzağından seç deyû. Ya düşer ya dayanur yahut uçar. Kıl gibi köpriden âdem mi geçer?. Kulların köpri yaparlar hay içün. Hayrı budur kim geçerler seyr içün…” (Yûnus Emre).
“Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür. Otuz iki Hak kelâmı sözüdür. Cümle âlem bil ki Allah özüdür. Âdem ol candır ki güneş yüzüdür” (Seyyid Nesîmî).
“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın. Yapıp da neylersin, bundan sana ne?. Halk ettin insanı saldın cihana. Salıp da neylersin bundan sana ne?. Bakkal mısın, terâziyi neylersin?. İşin-gücün yoktur gönül eylersin. Kulun günahını tartıp neylersin?. Geçiver suçundan bundan sana ne?. Katran kazanını döküver gitsin. Mü’min olan kullar dîdâra yetsin. Emreyle yılana tamûyu yutsun. Söndür şu ateşi bundan sana ne?. Sefil düştüm bu âlemde nâçarım. Kıldan köprü yaratmışsın geçerim. Şol köprüden geçemezsem uçarım. Geçir kullarını bundan sana ne?. Behlül Dânâ’m eder cennet yarattın. Nice kulları cehenneme attın. Nicesin âteş-i aşk ile yaktın. Yakıp da neylersin bundan sana ne?”
“Aşk katında küfr ile İslâm birdir. Her kanda mesken eylese âşık emîrdir” (Seyyid Nesîmî).
“Benem Hakk’ın kudret eli. Benem belî aşk bülbülü. Söyleyip her türlü dili. Halka haber veren benem” (Yûnus Emre).
“Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (s.a.v.)’in bayrağından daha büyüktür!. Benim bayrağım nûrdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar bulunuyor” (Bayezid-i Bistâmi).
“Mûsa peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irâde buyurdu!” (Bayezid-i Bistâmi).
“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef olan kimdir?” (Bayezid-i Bistâmi).
“İnsanlar, Allah’a taptıkları zannında bulundukları vakit Allah’tır ki kendi kendine tapar”(Bayezid-i Bistâmi).
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yâni özü ve ta kendisi) olduğuna göre -ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler- öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir” (Abdülkerim el-Ciyli).
“Medreseyle minâre yıkılmadıkça kalenderlik töreni düzene giremez. Îman küfür, küfür de îman olmadıkça Tanrının hiç-bir kulu, hakkiyle müslüman olamaz” (Celâleddin Rûmi).
“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?” (Celâleddin Rûmi).
“Mevlâna Peygamber değildir ama ‘Kitab’ sâhibidir” (Câmi).
“Allah beni över ben de O’nu; O bana kulluk eder, ben de O’na. Hak beni yarattı ki kendisini bileyim; ben de O’nu, bilmek ile var kıldım” (Muhyiddin İbn-i Arâbi).
Bayezid-i Bistâmi’ye ruhûnu ulûhiyetin zâtına nasıl yükselttiğini sormuşlar, o da şöyle demiş: “Yılan, derisinden soyulduğu gibi ben de nefsimden soyuldum, sonra zâtıma nazar ettim, bir den ne göreyim, ben, O’yum”.
Bir keresinde müezzin: “Allah-u Ekber” dediğinde Bayezid: “Ben daha büyüğüm” demiş .
Turab el-Nahsebi, bir müridine:
“Bayezid’i bir kere görsen, senin için yetmiş kere Cenâb-ı Hakkı görmekten daha faydalı olur” diyerek yanlış bir kıyaslama yapmıştır ki tasavvufta büyük bir kıyaslama hatâsı” vardır ve sürekli yapılır bu hatâ.
Hallac- Mansur şöyle der: Dünyâ-zevklerinden yüz çevirip nefsini terbiye ve kâlbini tasfiye eden kişi yavaş-yavaş Allah’a yaklaşır; daha sonra O’nun dostu olur ve en nihâyet de nefsini yok ederek beşerî sıfatlardan sıyrılır; ve Hz. Îsâ’da olduğu gibi, Allah’ın rûhu ona hulûl eder. Bu takdirde o artık, Allah olur ve her-şey artık onun emrine boyun eğer. Yine şöyle der: “Ben sevgiliyim ve sevgilim ben. Biz bir tek gövdeye hulûl etmiş iki rûhuz. Beni görünce O’nu görmüş, O’nu görünce beni görmüş olursun. Hak, benim”.
Muhyiddin ibn-i Arâbi, Allah ile âlemi yâni kâinâtı aynı görür ve kâinâta şu sözlerle “Allah” der:
Vücûd bakımından âlem, Allah’tan başka değildir. Başka bir deyişle, varlığı ancak âlemin vücûdu ile meydana çıkan, Allah’tır. Âlem, Allah’ın bizzat kendi içinde ayırıp belirttiği sûretler ve şekillerdir ve bunlar vücâdu tamâmıyla tüketmişlerdir. Yâni Allah, yaratık adı ile adlanan ne varsa hepsinin içine sokulmuştur. Böyle olunca, Allah her görenle görür ve her görünende görünür.  Zât, Sıfat’larının; Sıfat’lar da tecellileri ve şuunları (fiilleri) olan âlem’in kendisidir. Böyle olunca âlem’de en şerefli yaratık olan insan da Allah’tan başka olamaz.
Bu düşünceye göre, “kâinat sürekli olarak yaratılma hâlinde olduğu” için; “Allah kendinden başka bir şey yaratmaz ve sâdece kendini yaratır” diye bir sonuç çıkıyor ortaya.
İbn-i Arâbi’nin sistemleştirdiği Vahdet-i Vücut inancı da bir şirk ve sapıklıktır. Hattâ şirkin ve sapıklığın kemâlidir.
Câvit Sunar, Vahdet-i Vücut için şöyle der::
“Tasavvuf demek Vahdet-i Vücûd yâni, Vücûd Birliği demektir. Vücûd Birliği demek de, her-şey ortaklaşa bir tek Vücûd’a bağlıdır; dolayısıyla , bu bir tek Vücûd da, zorunlu olarak, Bir Tek Yaratıcı olan Allah’ın Vücûd’undan ibârettir, Vücûd’un asıl sâhibi Allah’tır demektir. Şu hâlde, Vücûd Birliği demek, “yalnız Allah vardır, O’ndan başka hiç-bir şey yoktur” demektir. Vahdet-i Vücûd, bütünlüğü ile Allah’ta yok olup Allah ile bâki olmanın sonucudur ve bir felsefedir. Fakat, hemen ekleyelim ki bu felsefe, akla ve mantığa dayanan bir felsefe olmaktan ziyâde, sezgiye ve zevke dayanan bir felsefedir”.
Şeyh Rükneddin Alâüddevle Al-Semnâni; “Vahdet-i Vücüd ancak, bir kendinden geçme (Vecd) ve sarhoşluk (Sikr) hâli olduğunu ileri sürmüştür…
Bu sözler, tasavvufçuların sarhoşken ya da psikolojik sorunları pik yapmış ve paranoyak şizofreni durumu ayyuka çıktığında söylemiş oldukları sözlerdir. Bu sözler bir şuursuzluk hâlinde söylenmiş sözler olduğu için, mecbûren incir çekirdeğini bile doldurmayacak sözler olmuştur. Tasavvuf “uydurma”lardan ibârettir ve müntesipleri bu uydurmalara körü-körüne inanan kişilerdir.
Tasavvufun bu meşhurları, bir “egomania” içine düşmüş ve bu hâlde iken etmişlerdir “şathiye” denilen bu sapıkça sözlerini. (Egomania=Aşırı bencillik, manyakça kendini beğenmişlik, kendine hayranlık).
Ercüment Özkan:
Küfür, İslâm’dan intikâmını tasavvuf yoluyla almıştır. Kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi, tasavvuf da şirk anlayışını İslâm postuna bürüyerek halka sunmuştur” der.  
Tasavvufta bütün dinler “bir” görülür. Celâleddin Rûmi’ye göre de, bütün dinler ve milletler de tek bir din ve tek bir millettir.. İşte, bu hâlette Celâleddin Rûmi: “Ben, yetmiş üç mezhep ile berâberim” diyor ve bütün insanlara şöyle sesleniyor: “Yine de gel, yine de gel, her ne isen öyle gel! İster kâfir, ister mecûs, ister putperest ol, yine de gel!. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâh değildir. Eğer yüz kerre tevbeni bozmuş olsan da yine gel!”.
Celâleddin Rûmi’nin bu sözü, İslâm’ı sulandıran bir çağırış şeklidir ve yanlıştır. Zîrâ İslâm-dînî “dingonun ahırı” gibi girip-girip çıkılacak bir yer değildir. Zâten Kur’ân’a da aykırıdır:
“..Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (R’ad 11).
“..Allah kimi saptırırsa ona doğruyu gösterecek yoktur” (R’ad 33).
“Sen, onların hidâyet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz saptırdığına hidâyet vermez, onlar için yardım edecek yoktur” (Nâhl 37).
“..Bir-çoğu üzerine azab hak olmuştur. Allah kimi aşağılık kılarsa, artık onun için bir yüceltici yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar” (Hacc 18).
“Siz yerde ve gökte (Allah’ı) âciz bırakamazsınız. Sizin Allah’ın dışında veliniz yoktur, yardım edeniniz de yoktur” (Ankebût 22).
“Onlar, yaptıkları Dünyâ’da ve âhirette boşa gitmiş olanlardır. Ve onların yardımcıları yoktur” (onlara yardım edemezsiniz) (Âl-i İmran 22).
“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).
“..Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur” (Zümer 23).
“İşte böyle; çünkü Allah, îman edenlerin velisidir; kâfirlerin ise, velisi yoktur” (Muhammed 11).
Tasavvuf büyüklerinden bir-kaçı, ölçüyü kaçırıp işi fazla abartmamış ve hattâ tasavvufu eleştirmiştir. Bunlardan Sadreddin Konevi’nin, vefâtından önce tasavvuf ve onun felsefesinden yüz çevirdiği anlaşılmaktadır. Vasiyetnâmesinde şöyle diyor
“Arkadaşlarıma benden sonra zevke dayanan bilgilerin meselelerine dalmamaları­nı, te’vile gitmeden benim ve Şeyh (İbn Arâbi)’nin sözlerinden açık olanlarını ve nassları düşünmekle yetinmelerini tavsiye ederim. Benden sonra bunlar yasaktır. Hiç-bir kimsenin “zevk”e dayanan sözünü kabûl etmesinler”.
Bu konuda Mikâil Bayram da şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Sadreddin Konevi, özellikle 659/1261 yıllarından sonra çeşitli siyâsi ve sosyâl olayların sonucunda, görüşlerin­de bir-takım tashihlere gitmiştir. Moğol istilâsı dönemindeki siyâsi baskı döneminde özellikle hadis ile meşgul olmayı yeğlemiş ve ömrünün son on yılında bunu sürdür­müş, tasavvufi ilgilerini arka-plâna atmıştır. Ondaki bu zihniyet değişimi son günle­rinde kaleme aldığı “Vasiyatname”sinde açıkça gözlenebilmektedir. “Vasiyetname”de şu hususlar bulunmaktadır: 
a-“İhlas sûresi” ve “âmentu’deki şekliyle bir îman tâzelemesi yapmıştır.
b-Cenâzesinin umûmi mezarlığa defnedilmesini ve arkasından okuyucuların gelmemesini istemiştir.
c-“Beni fıkıh kitaplarında yazıldığı şekilde değil, hadis kitaplarında yazıldığı gibi guslediniz” demektedir.
d-Felsefe ve hikmetiyata dâir kitaplarının satılmasını, tefsir, hadîs  fıkıh vb. kitaplarının Şam’da vakfedilmesini istemiştir.
e-Kendisinin olsun, İbn Arabi’nin olsun, irfâni konularla ilgili olarak yazdıkları şeylerle meşgûl olunmamasını istemiş, kitap ve sünnete sarılıp zikirle meşgûl olmalarını tavsiye etmiştir. 
Görüldüğü gibi, Konevi ömrünün son yıllarını tasavvuf ve vahdet-i vücûdu bir yana bırakarak Kitap ve Sünnete sarılmakla geçirmiştir”.
Şu âyetler, tasavvufçuların en çok istismâr ettikleri âyetlerdir:
“O (yâni Allah) evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” (Hadîd 3).
“Maşrık ve Mağrıb, Allah’ındır. Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır” (Bakara 115).
“O’nun yüzünden başka her-şey yok olucudur” (Kasas 88).
“İşlerin hepsi O’na döner” (Hadîd 5).
“Ben insana onun şah-damarından daha yakınım” (Kâf 16).
“Siz nerede iseniz O sizinle berâberdir” (Hadîd 4).
“Ben sizinle berâber işitir ve görürüm” (Tâ-hâ 46).
“Onları siz öldürmediniz ve lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmamıştın ve lâkin Allah atmıştı” (Enfâl 17).
Her önlerine gelen âyete yalan-yanlış da olsa yorum yapan tasavvufçular, gerçekten yorumlanması gereken bu âyetleri yorumlamıyorlar ve mecazı hakîkate hamlediyorlar. Böylelikle yanlış ve sapık bir yola gidiyorlar.
Tasavvufçular öyle açmazlara girerler ki ortaya attıkları felsefeler yüzünden, dört elle sarıldıkları felsefeleri için bile “şirk” ifâdesini kullanırlar ve büyük bir boşluğa düşerler. Şibli’ye göre Tasavvuf, şirktir. Çünkü Tasavvuf, kâlbi Allah’tan başkasından korumaktır. Hâlbuki, Allah’tan başka hiç-bir şey yoktur. Ona göre hakîkat budur ve bunu herkes bilmelidir.
Tasavvufta yanlış bir kader anlayışı da vardır ki bu anlayış sapıklığa kadar gider. “Lâ fâile illallah” diye ortaya attıkları sapık düşünceye göre; yapan-eden tamâmıyla Allah olduğundan ve Allah kötü bir şey yapmayacağından, “kötü” diye bir şey yoktur ve olamaz. Her-şey “Lâ fâile illallah” sözüyle ortaya konan kader anlayışına göre olduğundan, hiç-bir günah ve şirk yoktur tasavvufta. Hattâ tasavvufta şirk; Allah’tan başka şeye, “Allah olmayarak tapmak”tır. Meselâ tasavvufa göre bir puta “Allah olarak tapıldığında” şirk olmaz ve tam-aksine tevhid gerçekleşir. İbn-i Arâbi bunu söyler kitaplarında. Tasavvufçuların buradaki yanılgısı; “Lâ kudrete illallah” (Allah’tan başka güç-kudret veren yoktur) sözünü, “Lâ fâile illallah” (Allah’tan başka yapıp-eden yoktur) olarak görmeleri ve değiştirmeleridir.
Tasavvufçuların her-şeyi mecbûren “iyi” olarak görmelerinin arka-plânında, iyilik ve kötülüğün simgesi olan Yin (Negatif) ve Yang (Pozitif) felsefesi vardır. “Aynı şeyin farklı görünümü” olarak kabûl edilen bu iki şekil farklıdır farklı olmasına fakat ikisi de Yin-Yang resminde de görüldüğü gibi sarmaş-dolaştır. Ayrılık noktaları pek belli değildir. Bu durum kötülüğün, iyiliğin içinde kaybolduğu düşüncesini verir.
“İyilik ve kötülük birdir” düşüncesini Muhyiddin İbn-i Arâbi şöyle açıklar:
“Allah’ın âlem ve âlemin Allah’tır. Daha doğrusu, vücûd birdir ve bu vücûdun nurdan başka bir şey değildir. Zulmet de bu nûrun derece-derece kalınlaşması ve kabalaşmasından ibaret olup, aslı olan nurdan ayrılmaz ve esasta, Nur ile Zulmet’in aynı şeydir ve böyle bir görüşe ulaşabilmek için de toplam (cem) makamına yükselmek gerekir. Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu hâlde, Nur ile Zulmet aynıdır”.
İyilik ve kötülüğün “bir” olduğunu söylemek; doğru ile yanlışın da “bir” olduğunu söylemektir. O hâlde İbn-i Arâbi’nin söylediğini niye dikkate alayım ve ona aykırı söylemleri niye kabûl etmeyeyim?. Çünkü ikisi de aynı şeydir. Bu durumda İbn-i Arâbi, söylediklerinin hem doğru hem de yanlış olduğunu söylemiş olur mecbûren. İşte bu yüzden tasavvufta netlik yoktur.
Sühreverdi’nin İşrak Felsefesi’ne göre, varlık, aşağıdan yukarıya bir Zulmet ve Nûr silsilesidir ve zulmetle nûr arasında bir mâhiyet farkı değil, bir derece farkı vardır. Her varlık mertebesi kendinden öncekine nazaran nûr ve kendinden sonrakine nazaran da zulmettir. Sühreverdi’de görülen bu Nûr-Zulmet münâsebeti, Aristo’nun Madde-Kuvvet nazariyesine benzer. Bir “şirk sistemi olan tasavvuf”u en iyi tertip eden ve ağzından çıkan sözlerin %99’u şirk olan Muhyiddin İbn-i Arâbi, tasavvuf felsefesinin malzemesini bir-çok dinlerden ve felsefelerden almış ve temeline de Şehâbettin Sühreverdi’nin Nûr-Zulmet görüşünü koymuştur.
Muhyiddin İbn-i Arâbi’ye göre, Allah hakkında her denen şey doğrudur ve birlik (Vahdet)in ifâdesidir. Çünkü, vücutta yalnız Allah vardır. Bundan ötürü de şöyle demektedir:
“Halk, Allah hakkında bir-takım akîdeler edindiler; ben ise onların bütün akîdelerini kendime akîde edindim”.
Yine tasavvufçular; Hakîkat-i Muhammedi ve Nûr-u Muhammedi gibi hayâli söylemleri îcat etmişlerdir. Bu söylem “gerçek” olan Hz. Muhammed’in misyonunu gölgelemiştir ki bu nedenle tasavvufçular sünnete (eylem) pek riâyet etmezler.
Tasavvuf, bütün aşırı yorumlar-felsefeler gibi, “basit olanı karmaşıklaştırıp, karmaşık ve yoruma dönük olanı basitleştirme taktiği” ile felsefesini idâme ettirir. Meselâ Hz. Ali’ye atfettikleri bir sözde şöyle denir: “Allah vardı ve O’nunla birlikte hiç-bir şey yoktu”. Bu hadisi duyan Hz. Ali: “Şimdi de öyledir” demiş. Bu söz karşısında heyecanlanmaya gerek yok. Burada bahsedilen “vâr-olma”, “mutlak anlamda olan bir vâr-olma”dır. Evvelde de, âhirde de, şu-anda da “Allah’tan başka mutlak anlamda vâr-olan hiç-bir varlık yoktur, olamaz”. Hz. Ali’nin demek istediği budur Allah-u âlem..
Tasavvuf; Yahudilik, Hristiyanlık, Sâbiîlik, Mecûsilik, Zerdüştilik, Hinduizm, Brahmanizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm, Konfüçyanizm, Gnostisizm, Hermetizm, Yunan felsefesi vs. tüm felsefelerin ya da kısaca söylemek gerekirse; 4 kadim felsefe olan Hint-Çin-Mısır-Yunan felsefelerinin sentezlenerek, üstüne, Kur’ân’ın yanlış çevrilmiş-çevrilen bâzı âyetleri ve özellikle hadis-i kutsi denilen hadislerle-sözlerle harmanlanıp ortaya konan bir eklektik felsefe ve düşünme sistemidir.
İbrâhim Sarmış tasavvufçulara şöyle öğüt verir:
“Tasavvvufun câzibesine kapılmış ve büyüsüyle büyülenmiş olan samîmi müslümanlara içten gelen şu temennilerimizi ifâde etmekten de kendimizi alamıyoruz; Bu-güne kadar kafalarını dolduran tasavvuf bilgilerini, içlerini kaplayan tasavvuf sevgisini ve meşhurları için besledikleri o sonsuz sevgi ve bağlılıkları, haklarında taşıdıkları kanaatleri Kur’ân ve sünnet ölçüleriyle ölçsünler, öncü sahabenin anlayış ve uygulamaları ışığında değerlendirsin­ler. Müslümanlar için kaçınılmaz bir zorunluluk olan yeniden İslâm’a dönüş kervanına katılsınlar. Çünkü bütün müslümanların ve onların kurtuluşu, kendilerini ıslah edebilmelerine, inanç, düşünce ve amellerine bağlıdır. Çün­kü din budur. Sorumluluk ve hesap da bundan olacaktır”.
Son söz: Tasavvuf bir sapıklıktır ve her sapıklık gibi yok edilmelidir. Bu yok edilme süreci ancak; Kur’ân-merkezli bir “bilgi-bilinç-eylem-devlet-siyâset ile; eleştiri-îtirâz-isyân ve rezil etmek” ile bitirebilir ve “hak”kı tam anlamıyla ortaya koyarak bu sapıklıktan ve melânetten kurtulunabilir. Görece bâzı olumlu yönlerini bile muhâfaza etmeye gerek yok. İslâm’ın buna ihtiyâcı yoktur zîrâ. Tasavvuf-bâtınilik-mistisizm-işrâkilik-gnostisizm vs. adı her ne ise; bu melânet ve sapıklık, toptan ve tamâmen süpürülüp atılması gereken bir pislik ve şirktir. Tasavvuf, her tarafı boklu olan bir değnektir ve tutulacak bir tarafı yoktur.
Allah katında din tasavvuf değil, İslâm’dır.
- See more at: http://www.iktibasdergisi.com/kadim-sirk-felsefesi-tasavvuf/#sthash.2951iP3D.WNoIxCMK.dpuf

11 yorum:

  1. Sizler bu zamana kadar TV'lerde,konferans ve panellerde konuşan hiçbir ilahıyatçılardan,vaiz ve hatiplerden,meşhur olan isimlerden
    (M. Görmez,N.Hatipoğlu,M.Karataş,,H.Karaman,A.Bayındır,Ö.Döngeloğlu, M.İslamoğlu,M.Okuyan,vb)
    "Devlet Kur’ana göre olmalıdır."
    "Ekonomi Allah’ın istediği şekilde olmalıdır."
    "Dost düşman bu kitaba göre tespit edilmelidir,"
    "Savaş ve barışa bu kitaba göre karara verilmelidir."
    "Sosyal ve siyasal yaşam bu kitaba göre düzenlenmelidir"
    "Kanunlar hazırlanırken Kur'an referans alınmalıdır,"
    "Devlet kadınları satarak onlardan vergi alamaz,"
    "Devlet faizi serbest bırakarak Allah'a ve Resülune harp ilan edemez,"
    "Devlet içkiyi serbest bırakarak akıl emniyetini,zinayı serbest bırakarak nesil emniyetini,dinin kurallarını kaldırarak din emniyetini,hırızlığın,sömürünün önüne geçmeyerek mal emniyetini ortadan kaldıramaz"
    ,"Allah'a itaat etmeyen devlet yöneticilerine itaat etmek Allah'a isyan etmektir"
    "Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen bir yönetici kafir,zalim ve fasıktır,Böyle yöneticileri işbaşına getiren,bunlardan razı olan kafir,zalim ve fasık olur"
    diye bir şey duydunuz mu? böyle bir söz asla çıkmamıştır.Sanki bu konuda Allah’ın bir hükmü yokmuş gibi davranmaktadırlar.Bu belamlardan dolayı toplumda,her türlü şirk ,küfür,isyan meşru ve müsbet görülmeye başlandı.Bunlar söze besmele ile başlamakta insanları şeytani düzenlere tağuta kulluğa davet ettikten sonra Elhamdulillah diyerek sözü bitirmektedirler.
    İşte Allah'ın kıyamet günü konuşmayacağı ve kendilerini temize çıkarmayacağı kişiler bu bel'amalardır.
    Allah'ın laneti Allah'ın muhkem hükümlerini gizleyen bel'amların üzerine olsun.

    YanıtlaSil
  2. Dün Allah'ın şeriatının hayattan kovulup yerine küfür nizamı olan demokrasinin ve cumhuriyetin "hakiki demokrasi ve hakiki cumhuriyet ■ İslâmdadır" lafları ile gelmesine rıza gösterip onları halka sevdirmeyi kendilerine en aziz görev bilen bu dalkavuk ülema tipleri ve şeyhler bugünde İslâmî hayatı başlatacak olan İslâm Devleti Hilâfet'in ,kurulması için çalışan) yiğit asil müslümanlârın karşısına sarık ye cübbeleri ile çıkarak; Hilâfet de nedir;* o tarihe karışmıştır. Bir daha gelmesi imkan dışıdır. İslâm'da Hilâfet değil cumhuriyet var, gibi laflarla tağutî güçlerin safında yer alarak İslâmî hayata tekrar dönüşü gerçekleştirecek olan Hilâfet Devletinin kurulması için yapılan çalışmalara köstek olmaya çalışmaktadırlar.

    YanıtlaSil
  3. Sen kullandığın kelimenin tanımını ve manasını bilmek mecburiyetinde olduğuna göre AKLIN da tanımını ve manasını bilmek meçburiyetindesin ki o şeyi kullanabilesin.
    Örnek verecek olursak ;Hırsız kelimesinin manasını bilmeden karşıdaki kişinin yapmış olduğu fiili hırsızlık veya değil olarak değerlendiremediğin gibi Akıl kelimesinin tanımını ve manasını bilmediğin zaman.yapmış olduğun fiillerin aklimi değilmi olduğunu bilemezsin.
    Onun için yaratıcımız olan Allah’ın devamlı surette Aklımızı kullanmamısı istemesinden dolayı şu aklın bir tarifini alalım.
    AKIL
    1- Madde veya vakıa 2- Sağlıklı beyin 3- His 4- Ön bilgiler Buna göre akıl, düşünce veya idrak; vakıayı hissetme olgusunun duyu organları vasıtasıyla beyne taşınması ve beynin bu vakıayı ön bilgilerle yorumlamasıdır.
    https://www.facebook.com/notes/huseyin-sasmaz/aklin-tanimi/10152077397517945

    YARATICIMIZ ALLAH NE DEMİŞ BU AKIL KONUSUNDA....
    "Allah,aklını kullanmayanları iğrenç bir hayatın içinde yaşatır"(Yunus suresi100)

    "Rabbimiz ALLAH (c.c.) şöyle buyurmaktadır. "Ne zaman onlara: ALLAHın indirdiklerine uyun' denilse onlar: 'Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız' derler. Ya atalarınız aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?..."(Bakara 1

    Not:Aşağıdaki sayılar:1.sayı sure ismini(numarasını )2.sayı ayet sayısını gösterir.45.surenin 5.ayeti gibi)
    45:5 - Gece ile gündüzün değişmesinde ve Allah'ın gökten bir rızık sebebi olan yağmuru indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları yönlendirmesinde aklını kullanan bir topluluk için nice deliller vardır.

    49:4 - (Resülüm!) Sana odaların arkasından bağıranların çokları, aklı ermez kimselerdir.

    HA BUNDAN SONRA AKLIMISI KULLANABİLİRİZ.KİŞİLERİN ÇOĞUNUN SABITMASI BU TARİFİ BİLMEDİKLERİNDEN DOLAYI SAPTIRICILARIN OYUNUNA GELMEKTEDİRLER.
    ALLAH YARDIMCINIZ OLSUN.İNŞALLAH.

    YanıtlaSil
  4. Cuneyt bağdadi atalaı irandan gelmiştir.
    http://filozof.net/Turkce/filozof/islam-filozoflari/42531-cueneyd-bagdadi-kimdir-hayat-eserleri-hakk-nda-bilgi.html

    YanıtlaSil
  5. Tarikatların Doğuşu
    Lütfi Bergen’e göre; Tasavvuftan beslenen “Tekke /Tarikat”, tasavvuf ilminin öğretildiği bir kültür kurumu olarak İslâm’ın kendi dinamiklerinden çıkmış değildir. Menâkıb kitaplarına göre, ilk tekke/hankâh, Ebu Hâşim Sûfî adına tesis olunmuştur. Süfyan-ı Sevri ile çağdaştır.(Vefatı: Basra, 161/777-78) Tarihte ilk olarak “sufi” lakabını kullanan bu kişi, kendine has bir rivayet akidesi de olan Ebu Haşim el Kufî’dir. Rahipler gibi yünden uzun elbise giyer, Hıristiyanlar gibi hulul ve ittihadı savunurdu. Nefahat’ül Üns’teki bir mektup bize ilk tekkenin nasıl kurulduğuna dair bir fikir verir. Ebu Haşim bir gün ormanda gezerken oranın Hıristiyan olan Melikine rastlar. Melik ‘sizin toplanacağınız bir yeriniz yok mu?’ diye sorar. Bu karşılaşmada Melikin telkini ile ilk tekkeyi yapma fikri hâsıl olur. Buradan anlaşılacağı üzere Hıristiyanlıktan mülhem olduğu anlaşılan ve manastırlarda olduğu gibi Tasavvufun ete kemiğe bürümüş hali olan tarikatın tekke ve zaviyelerinin ilk örnekleri de daha çok dağ ve tepebaşlarında, ıssız yerlerde kurulmuştur.
    http://www.iktibasdergisi.com/kufur-ehli-islamdan-intikamini-tasavvufla-almistir/

    YanıtlaSil
  6. Ey bir kısım Müslüman ya da Muhafaza”kar” gazeteci, yazar, ilim ehli ya da akademisyen aydınlar! sizi “rahatsız etmeye” geldim. Sizlere sesleniyorum!
    https://www.facebook.com/ademcaylak06/posts/1678124842206868

    YanıtlaSil
  7. https://plus.google.com/109838719669290377148/posts/jo3SPCSRGhy

    YanıtlaSil
  8. Esas ziynet olan cemaat bulma, onları şuurlandırma eylemi tümüyle terkedilip ilim yayma yerine kilim yayma öne çıkartılarak, sadece şekil olarak câmilerin görkemli, koca binalar halinde ve süslere boğulması sanat filan değil; kıyâmet alâmeti olarak kabul edilir.
    https://plus.google.com/109838719669290377148/posts/gzt2q1kwMaz
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=624993654618706&id=100013242319421

    YanıtlaSil
  9. TAĞUTLARIN KAPI KULLUĞUNU YAPMAKTA OLAN ÜLEMA KİSVESİNE BÜRÜNMÜŞ DALKAVUKLAR ZÜMRESİNİN VAR OLUŞU..İSLAM DEVLETİ HİLAFETE GİDERKEN... https://t.co/jZ9MI1xbig
    ŞEYTANIN SON KALESİ SON KOZU HİLAFET.
    Sen gereğini yapmazsan ilahi adalet sana bela gönderir
    https://t.co/VRVESkOcdh https://t.co/Ngg5BjHQEV

    YanıtlaSil
  10. TAĞUTLARIN KAPI KULLUĞUNU YAPMAKTA OLAN ÜLEMA KİSVESİNE BÜRÜNMÜŞ DALKAVUKLAR ZÜMRESİNİN VAR OLUŞU...
    EBEDİ HAYATTA KALİTELİ YAŞAM ELDE ETMEK İÇİN ÇALIŞMAK LAZIM.
    Biz peygamber göndermedikçe hiçbir kavmi azaba uğratmayız.
    https://t.co/70bjCA7esS

    YanıtlaSil
  11. İşte böylece Biz, sana, “Sen ders görmüşsün/ bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişsin” desinler ve açığa koyalım diye âyetleri evirip çeviriyoruz/geniş geniş açıklıyoruz. 105.en'am.
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=1015366875581380&id=100013242319421

    YanıtlaSil